Madenci Erol Çatma: Tahir Çetin ve Ali Faik gibi olmalıyız
Erol Çatma, madenciliği bıraktıktan sonra madencilerle ilgili beş kitap yazdı. Kitap yazmak için Osmanlı Türkçesi öğrenen Çatma, eğitimine halen evinde devam ediyor. Yazdığı kitaplarla madenciliğin tarihine ışık tutan Erol Çatma’nın maden işçiliğinden araştırmacı yazarlığa uzanan serüvenini konuştuk.
Soma’ya dönerken trafik kazasında hayatını kaybeden Tahir Çetin ve Ali Faik’in ölüm haberini duyunca, “Madende berabermişiz gibi sarsıldım, beraber örgütlendik.” Çatma, “Bütün hayatım ve mücadelem gözümün önünden geçti. Hele 1980’den sonra çoğu sendikacı korkutulduğu ya da kendilerini ve işçileri satıp, işçilerin maaşlarını çalıp milyoner olduklarında, bu tür işçi sınıfı liderleri kolay kolay yetişmiyor” diyor.
“EMEKLİ OLDUKTAN SONRA YAZMAYA BAŞLADIM”
Madencilikten uluslararası makalelerde kaynak gösterilen kitap yazarlığına uzanan ilginç bir hikayeniz var. Hangi şartlar altında yazmaya karar verdiğinizi sizden dinleyelim…
1930 yılında babam madene ilk kez geldi. 1951 yılında dördüncü çocuk olarak Dere Mahallesi’nde doğdum. Küçükken bir sürahimiz ve bir bardağımız vardı, beş bardak suyu beş sente satardık. Büyüklerimiz derme çatma tahtalardan boya kasaları yapar, beş kuruşa işçi botları boyardı. Bazen annemle birlikte Dilaver taş tumbasına kömür toplamaya giderdik.
1963-64 yılları ekonomik olarak üzerimize ağır gelmeye başladı. Abilerim İstanbul’da okuduğu için babamın maaşı yetmiyordu. Annem ve avukatla muayenehaneye gidiyorduk. Okuldaki tek edebiyat dersim çok başarılıydı. Bu sebeplerden dolayı lise 2. sınıfta okumayı bıraktım. 1970 yılının ilk ayında bir atölyede tesviyeci olarak çalışmaya başladım.
Bu dönemde kitap okumayı çok sevdim. Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerini takip ediyordum. Bütün bu hikayede benim için dönüm noktası 21 Nisan 1976. O gün tesadüfen DİSK’e bağlı bir sendikaya gittim. Türkiye’de ilk kez kutlanacak”1
“Mayıs” afişinde yer aldım. Gece yarısı Kilimli maden sahasının ortasında polis önümüzü kesip karakola götürdü. Bu benim için bir başlangıçtı. Başmüfettiş afişin anlamını sorunca bir arkadaşımız açıkladı. “Dünya emeğin gücüyle dönüyor” sözünü ilk orada duydum ve kabullendim. Sabah atölyeye gittiğimde arkadaşlarımın bana bakışlarının değiştiğini gördüm. Bütün personel afişleri görmüş ve benim de içinde bulunduğum grup tarafından yapıştırıldığını öğrenmişti. Ben başka bir Erol Çatma, emekçi olmuştum.
O gün onun için harika bir iş yapmanın ne demek olduğunu öğrendim. Ölene kadar devam edecek olan emek mücadelem böylece başlamış oldu.
1976 ortaları ve 1984 fırtına gibi geçti ve faşizmin vahşetinden biz de nasibimizi aldık. Yöneticilerimiz 12 Eylül faşist darbesini ‘askeri darbe’, darbeyi yapanları ‘demokrat’ olarak nitelendirdi! Sonra toplu halde tutuklandık ve hapse atıldık. Hapishaneden çıktığımızda, bir süre şaşkınlık yaşadıktan sonra, her şeyi ortaya çıkarmak için elimizden gelenin en iyisini yapamadığımız için bir çıkış yolu aradık. Bu yaklaşım bizleri sadece psikolojik bir çöküntüye sürüklemekle kalmadı, gelecek nesiller için de ağır bir sorumluluk ve suçlama altına soktu. Bu durum gelişmemizi ve değişmemizi engelledi. Bu doğrultuda önüme koyduğum ilk hedefi gelişme ve yenilenme olarak belirledim. Emekli olduktan sonra yazmaya başladım. Osmanlıca yüklü belgelerle çalıştım. Bunun için muazzam bir altyapı ve bilgi donanımı gerekiyor. varsayılır ki
Yazdığınız coğrafyanın ekonomik ve sosyal sürecini de anlamanız gerekiyor.
‘YÖNETMELİK İLE MADENE ZORLA ERKEK NÜFUS YERLEŞTİRİLMİŞTİR’
Zonguldak madencilerinin tarihini yazmış bir emekçi olarak Osmanlı belgelerini kullanarak kadronun ve bölgenin tarihini anlatıyorsunuz. Yeni bilgiler içeren “Asker İşçiler” kitabınızın bir bölümü Osmanlıca belgelerden oluşuyor. Bu belgeler ışığında çocuk işçiliği Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tarihinden bahseder misiniz?
Akademisyen Ahmet Makal’ın havzada çocuk işçiliğinin tarihsel boyutunda büyük eksiklikler olduğu yönündeki açıklaması bana değerli bir görev verdi. Osmanlı’da havzada taşkömürü üretimi yapılmadan önce madenlerdeki çocukların çalışma koşullarını araştırmaya başladım.
Osmanlı Hukukuna göre çocuk ve yetişkinlik kavramı söz konusu olduğunda, bir köyde on üç yaşını dolduran bütün erkekler madenlerde vergi mükellefi olarak çalıştırılabilir. On üç yaş alt sınır olmasına rağmen, Osmanlı Devleti için hayati önem taşıyan madenlerde çocuk işçi çalıştırmanın asgari yaşın altında bile geçerli olabileceğini düşünmek abartı olmaz.
Özellikle Bahriye Nezareti’nin buharlı gemileri, askeri fabrikalar, sürekli artan demiryolları ve benzin istasyonları Osmanlı’nın kömür ihtiyacını artırıyordu. Bu nedenle kömür üretiminin bir disiplin altına alınması gerekiyordu. Bu sebeple Dilaver Paşa Nizamnamesi’ni yürürlüğe koydular.
Yönetmeliğin konumuzla ilgili 21. maddesi şu şekildedir: Maden ocaklarında (Kazmacı-Küfeci-Direcciler) çalıştırılacak personel Ereğli Sancağı’ndaki 14 mahalle halkına ayrılmıştır. Bu ilçelerin yeni nüfus kayıtlarına göre 13-50 yaş arası hasta ve engelli erkekler ayrıştırılarak sağlıklı olanlar kayıt altına alınarak aşağıdaki sisteme göre işe alınmaktadır.
Bu düzenleme ile erkek nüfusun madene zorla giriş dönemi başladı. Doğal olarak firarlar süreklilik kazandı ve bunu durdurmak için tüm çalışanları asker statüsüne soktular, askeri kanunlarla tutukladılar, zincire vurdular. Bunlar da yetmeyince, kaçanları yakalamak için özel zaptiye birimleri devreye girdi. İşin kötüsü daha on üç yaşında ve daha küçükken emekçi olarak tanımladıkları işçiler de çocuklar.
görmezden geldiler. Ondalık ve diğer vergilerin zaman zaman artmasıyla,
Kadınların da en az madendeki işçiler kadar sömürüldüğünü, ezildiğini ve baskıya maruz kaldığını belirtmeden geçmeyelim. 1840-1865 döneminde çocuklar son derece ağır şartlar altında, dar mekanlarda kurnada çalışır, gözleme yaparlardı. Çalışma koşullarının son derece kötü olduğu madenler diz boyu çamurlu sularla kaplandı. İşletmeler maliyetleri düşürmek için personel sağlığı ve iş güvenliği önlemleri almıyordu.
‘OLAYIN SOSYOLOJİK VE PSİKOLOJİK SONUÇLARI ÖNEMLİ’
Peki, araştırmalarınızda madenlerde çocuk çalıştırılmasına ilişkin ne gibi somut belgelere ulaştınız?
Havza kayıtlarında; İş kazasında ölenlerin isimlerine, köylerine ve kısmen de yaşlarına ulaşabiliyoruz. 16 yaş altı çalışanlarla ilgili tutanaklardan birkaç örnek vereyim:
99 numaralı Abdurrahim ocağında, Eylül ayının üçüncü Pazar gecesi saat 11.00 sıralarında, köyün çalışanlarından Veli ile Sakaoğlu Nuri’nin ellerindeki kandilden çıkan yangının ardından, Veli, Nuri Bin Ali’yi, muhtemelen 20 yaşında, ocakta kalmış ve vücudunun açıkta kalan yerleri çeşitli derecelerde hasar görmüştür. Yanarken hayatı tehlikede.
Aynı koltukta oturan Dedeoğlu Recep Bin Hasan’ın (14) yaşında olduğu tahmin ediliyor. Vücudunun yanında, Sakaoğlu Durmuş Bin Hasan’ın (14) yaşında olduğu tahmin ediliyor. Açık yerlerinden yaralandı ve tedavi için hastaneye kaldırıldı.
Mahmut Çelebioğlu İbrahim’in 15 yaşında olduğu ve ocaktan çıkarıldığında belli yerlerinden yaralandığı tahmin ediliyor. Ocaktaki karbon monoksit gazından boğularak hayatını kaybettiği anlaşılırken, ocakta kalan Veli’nin çıkarılması için ocağın havasının temizlenmesine çalışılıyor. 3 Eylül 1895.
16 Eylül Perşembe gecesi saat 10.00’da 280 numaralı Karamanyan firmasına ateş çukuruna ateş açılmasının ardından 6 işçi Mevkii Hastanesi’ne getirilerek burada muayene ve tedavileri yapıldı. Bunlardan Bartın İlçesi Arfunda divanından; Molla Salih oğlu Veli bin Ömer, Zerzene köyünden Nizam oğlu Osman, Hamit oğlu Şaban bin Musa, Karahüseyin oğlu Ali Bin Osman, Hamidiye ilçesi Kumtarla divanından Hatiboğlu
Bartın Uluköy İlçesi Mustafa bin Durmuş’tan Salih Oğlu Yusuf Bin Salih’in 1–2–3–4 derece yanıklara sahip olduğu görüldü.
Bunun nedeni, yanlarında bulunan Kandilci Hatipoğlu Mustafa Bin Durmuş’un taşıdıkları direkler için “ileriye getirin” talimatı vermesi üzerine gece saat 10.00’da üzerlerine isimleri yazılı altı kişi oldu. tepe, iki otomobil direğini daha ileriye, yani nefes alacak yer olmayan mahalleye götürdü. İşçilerin ellerindeki açık gaz lambasından çıkan yangında, o mekanda havalandırma olmadığı ve hatta hava fanı bile çalıştırılmadığı için altı işçinin çeşitli derecelerde yaralandığı sözlerden anlaşıldı.
Bu çalışmalardan; Salih’in yaklaşık 13 yaşındaki oğlu Yusuf Bin Salih, 18 Ekim Cumartesi günü Uluköy bucağından hayatını kaybetti. Merkez Hastanesi’ne kaldırılan diğer 4 kişiden; 16 yaşındaki Mustafa Bin Durmuş 24 Kasım 1905’te, 14 yaşındaki Ali Bin Osman 3 Aralık 1905’te, 12 yaşındaki Nizam’ın oğlu Osman 4 Aralık 1905’te, 12 yaşındaki Veli Bin Ömer 18 Aralık 1905’te öldü. Ali Osman Çavuş ve Hamitoğlu Şaban’ın evlerine gönderildiğini hazırladı. 25 Ocak 1895
“Ölümlü nakliye kazası-reşit olmayan işçi” başlıklı bir diğer kayıtta ise şöyle geçmektedir:
Zonguldak ilçesine bağlı Kurtlar Köyü’nden Osmaniye’nin Damağılı ocağında çalışan firmasında çalışan Hasan Bin Hüseyin’in Cuma günü saat 10.00 sıralarında vefat ettiği bildirildi. Varagele’ye gelen İtalyan Petro Kavanni, Samsun’daki 14 yaşındaki dümenci Ahmet’e “aşağıda arabalar boş, neden çekmiyorsunuz” diyerek baskı yaptı.
Dümenci irkildi, dümeni aldı ve aşağıdaki arabaların durumunu düşünmeden arabayı bıraktı. Başkalarının ifadesine göre Stemman Ahmet, halatın boş olduğunu görünce tüm gücüyle arabayı durdurmaya çalıştı ama şu anda 13-14 yaşında ve yapamadığı için başaramadı. Alt katta zincir takmakla görevli olan Ahmet, hızla gelen otomobilden kurtulamadı ve sıkışarak hayatını kaybetti.
Fikir; Varagele’de dümencilik görevi 13-14 yaşlarında bir erkek çocuğa verildi. Bu iş güçlü ve bilgili çalışanlar tarafından yapılmalıdır. 5 Haziran 1900 Tarih sırasına göre iş kazalarında ölen çocuk personelden bazılarını yansıttım. 1893-1907 ortalarında madenlerde 222 kaza meydana geldi, 121 ölüm ve 102 yaralanma meydana geldi. İşçilerin ölümüne veya yaralanmasına neden olan kazalar, yangın fırtınası patlamaları, göçükler ve kömür taşımacılığından kaynaklandı.
Bilhassa 10 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonra, yeterli olmamakla birlikte, özellikle madenlerde çalışma yaşının 16’ya çıkarılması suretiyle, madenlerle ilgili sosyal politikaların kısmen geliştiğini ve çabaların sürdürüldüğünü belgelerden görmekteyiz. bunun için yapılmıştır. Elbette meseleye sadece madenlerde çalışan çocukların iş cinayetleri nedeniyle ölmesi veya sakat kalması açısından bakmak yeterli değil. Olayın sosyolojik ve manevi boyutları da oldukça değerli. Bu bahis, ayrıca tartışılması gereken bir bahistir.
“İşçi sınıfının yükseleceğini kimse hayal etmesin”
İşçi sınıfı hareketinden söz edilen bir mitingde “işçimizin oturduğu minder yanar, yoksa kalkmaz” diyorsunuz. Ama aynı zamanda yazdığınız kitaplarla personel sınıfı hareketine dair umutlarınızı da ortaya koyuyorsunuz. Peki, personel sınıfının kötüleşen durumuna rağmen oturduğu minder hiç yanmaz mı dersiniz?
Karl Marx, “sınıf mücadelesi” veya “sınıf mücadelesi” kavramını ilk kez tartıştı ve 1848’de Friedrich Engels ile birlikte yazdığı Komünist Manifesto adlı kitabında “Şimdiye kadar var olan tüm toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir” dedi. Marx’a göre, kapitalizmde üretken bir konumda bulunan ancak üretim araçlarının burjuvazinin özel mülkiyetinde olması nedeniyle sömürülen işçi sınıfı, burjuvazinin iktidarını sona erdirmeli ve üretim araçlarını kamulaştırmalıdır. Bu sömürüden kurtulmak için. Bütün çaba bunun için.
Geçmişteki işçi sınıfı ayaklanmaları, günümüzün sosyal politikalarının ve diğer haklarının kapitalist sınıf devletinin elinden zorla alındığının bir göstergesidir. Bu nedenle hapsedilenlere, ölenlere ve zulme uğrayanlara saygı göstermek, onların bize bıraktıkları mirasa sahip çıkmak, bu hakları geliştirmek ve nihayetinde burjuva devlet yapısını yıkmak asli görevimizdir. . Normalde kapitalist sınıf, sömürünün sürekliliği yani kendi sınıfının egemenliği için birçok önlem oluşturmuştur. Tüm çekincesi, topyekun bir ayaklanmada iktidarı kaybetmek ve üretim araçlarını ellerinden almaktır. Özellikle Proleter Enternasyonalizmi en çok dikkat etmemiz gereken bir konudur. Manifestoda bu bahis “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” cümlesine yansımıştır.
Tüm bunlara ek olarak sorunuza geri dönersek; 1990 grev ve yürüyüşüne katıldım. 100 bin olarak adlandırılan grev ve Ankara yürüyüşü hala anlaşılmış değil. Aylarca kent merkezinde her gün 10 bini aşkın kararlılıkla yürüyen işçilerin bir hareketi olarak başlayan grev, işçi sınıfı dışından kişilerin de katılımıyla sayısal olarak güçlendi. Emek ve halk hareketi ortaya çıktı. O dönemde Türkiye’de havzada ve hızlı bir şekilde Zonguldak’a gelmeyen tek bir sol örgüt kalmamıştı. Zamanla sloganlar demokratik taleplerden Özal düşmanlığına dönüştü. Ardından Şemsi Denizer ve Turgut Özal’ın karizma yarışı…
Ankara’ya yürüyeceğiz dedi lider çünkü Zonguldak’ta şehir içinde dolaşırken dışarıdan gelenlerin sayısı artıyordu. Halk, kalabalıktan güç alarak daha hırslı ve daha kararlı hale geldi. O zamanlar Zonguldak’tan ayrılmamamız gerekirdi ama ayrıldık. Yaya olarak Mengen’e geldiğimizde dozerleri gördük; Şemsi Denizer’den tabela ile döndük. Ancak geri dönmemeliydik.
Bugün de “işçi ayağa kalkar, biz yol gösteririz” diye kimsenin hayali olmasın. Kendilerini sosyalist, devrimci, öncü ya da diğer insanlar olarak tanımlayanların öncelikle kendilerini değiştirmeleri gerekiyor. O halde oburlarının mübadelesi için faydalı olmalıdır. Bu bir iki kitap okuyarak, bir iki bildiri dağıtarak, üç kişinin ortaya çıkıp çadır kurarak bir parti kurarak elde edilebilecek bir şey değil.
‘TESLİMAT YOK DEDİLER’
Siz ve yoldaşlarınız ısrarlı ve ısrarlı bir çaba sarf ediyorsunuz. Ali Faik ve Tahir Çetin’i Soma’ya dönerken bu zorlu yolculukta kaybettiniz. Bu çabadaki kayıplarınız size nasıl hissettirdi? Hayata bakışınızı ve direnme iradenizi nasıl etkiledi?
Birçok akrabam ve arkadaşım madenlerde öldü. Hayatını sınıfına vermiş bir arkadaşını iş cinayetinde kaybedersen yıkılırsın, acısı uzun sürer. Bu ölümler diğer ölümlere benzemiyor, yoldaşların, iş arkadaşlarının ölüm acısı bir başka.
Soma yangınının mahkeme süreci de dahil olmak üzere oradaki çabayı takip ederken, dört yıl önce anmanın yıldönümünde Somaya’ya gitmiştim. Soma personelinin Ankara’ya yürüyeceği söylendiğinde saniye saniye haberlerini dinledim. Liderin geri dönüş açıklamasını yaptığı anı hatırlıyorum. Medya sabaha karşı iki yiğit işçi sınıfı liderinin ölüm haberini altyazılı olarak verdi. Üç dört gündür uykusuz ve yorgundular. Kolay değil, 17 kez Ankara’ya gittiler. Herhangi bir sonuç alamadılar. Ancak sınıf durumlarını her zaman açıkça belirtmişler ve teslimiyet olmadığını söylemişlerdir.
Tahir Çetin ile Ali Faik’in vefatını duyunca sanki madene beraber girmişiz, beraber örgütlenmişiz gibi sarsıldım. Bütün hayatım ve emeğim gözümün önünden geçti. Hele 1980 sonrası birçok sendikacının kaygıdan sızlanıp kendini ve işçiyi sattığı, işçinin maaşını çalıp milyoner olduğu dönemde bu tür işçi sınıfı liderleri kolay kolay yetişmedi.
Onların emekleri ve ölümleri banadır; Yıllarca sınıf çalışması yaptığımızı söylememize rağmen bu işin düşündüğümüzden daha önemli olduğunu hatırlattı. Daha iyi organize olmalıyız, tartışmasız personel sınıfını birleştirmek için olağanüstü çalışmalar yapmalıyız. Tabi bunu başarmak için Tahir Çetin, Ali Faik gibi kişiliğe sahip bir personel lideri olmamız gerekiyor.